DOLAR 32,5999 0.37%
EURO 34,7454 0%
GBP 40,5412 -0.22%
ALTIN 2.497,460,55
BITCOIN 20234881,85%

“Tüm sorunlar devletleşmeyle başladı”

ABONE OL
10 Aralık 2017 08:40
0

BEĞENDİM

ABONE OL
https://yenibakisgazetesi.com/wp-content/uploads/2023/03/alt.jpeg
https://yenibakisgazetesi.com/wp-content/uploads/2024/03/300-x-250-1.jpg

İsmail Bozkurt, ilk Kurucu Meclis’te görev aldı. 1976, 1981 ve 1985 genel seçimlerinde Toplumcu Kurtuluş Partisi’nden milletvekili seçildi. TKP’nin kurucuları arasında bulunan ve Genel Başkanlığı’nı da yapmış olan  Bozkurt, 1983’de oluşan KKTC Kurucu Meclisi’nin de üyesi idi. 1985-1986 yılarında Turizm ve Kültür Bakanlığı yaptı. Kıbrıs Türk Halkı’nın çok partili demokratik hayata geçmesinde, Anayasa ile birçok yasanın yapılmasında etkili oldu. 


Kültür Bakanlığı döneminde birçok ilklere imza attı. 1990’da muhalefet partilerinin ortak adayı olarak Cumhurbaşkanlığı’na aday oldu, seçimi kaybedince aktif politikadan ayrıldı. 


Kıbrıs Türk siyasal geleneğinin başından günümüze kadar yorumlayabilecek bir isim olan İsmail Bozkurt’tan seçim süreci, KKTC ve Kıbrıs sorununa dair değerlendirmeleri aldık. Şaşıralım mı yoksa üzülelim mi bilemedik. Yorum sizlerin. 

Dr. Çiğdem DÜRÜST

Kıbrıs Türk Siyasetinin duayen ismi İsmail Bozkurt, Yeni Bakış Kıbrıs Türk Siyasetiyle ilgili çarpcı değerlendirmelerde bulundu.

Ç.D.: İsmail bey bize zaman ayırdınız. Teşekkür ederiz.

İ.B.: Rica ederim. Keyifle…

Ç.D.: Hemen konuya girmek istiyorum. Mevcut Kıbrıs Türk Siyasal yapısını, tam da bu seçim öncesi süreçte, nasıl görüyorsunuz?

İ.B.: Tabii çok ilginç bir konu. Tam da bugünlerde, belki konuşulması daha da dikkat çekici olur. Ben bu konuda yıllardır ses vermeye çalışıyorum. Kısaca da şunu söyleyebilirim; yani çok özet söyleyeyim sonrada genişleyelim: Şu anda bir sistem var bizde. Bir parlamenter sistem… Adı öyle yani! Ama parlamenter sistemin ötesinde, defakto yerleşmiş bir sistem var ki bunun da adına popülist sistem diyebiliriz. Sistemin adı odur bir tek. Ve bu öyle bir popülist sistem ki çağdaşı düşüncelerden kaynaklanıyor. Ben buna ganimet sistemi derim. Bu ganimet sistemi konusu, veyahut da kavramı, aslında, Amerika’da kamu yönetimi için kullanılıyor. Özetle şu: Kazanan, kamu yönetiminin bütün mevkileri neden sahip olur. Dolayısıyla da o mevkilerin tümünün getirdiği hakları da kullanır. Hatta mevkileri de kendisi yaratır. Yani eski savaş ganimeti… Nasıl eski savaşlarda; biliyorsunuz; kazanan, karşı tarafın her şeyine, insanlarına, kadınlarına, çocuklarına, erkeklerine, işte malına mülküne falan el koyardı. Zihniyet o. Ve bizim çok bariz bir şekilde sistemimizde görülüyor. Üçlü kararname dediğimiz sistem de başka bir şey değil. Üçlü kararname resmen bu ganimet sisteminin ta kendisidir. Yani, “Ben kazandım! O nedenle o müdürlükleri de ben istediğim gibi dağıtırım. Piyango gibi de dağıtırım.” Resmen piyango gibi! diyeceğim, çünkü dünyada, bizdeki gibi benzeri yok. Yani dünyada tabii ki var bu türden mevki ve makamlar; mesela bizimkine en yakın olan Türkiye; ama bizimki gibi değil. Mesela Çiğdem Dürüst’ü diyelim ki falan müdür yaparsınız. Ama o görevi bittiğinde, ondan bu görevi aldığınızda, döner öğretmenliğini yapar, memursa memurluğunu yapar, üniversitede okutmansa onu yapar falan filan. Bizde, bir defa verdin, yani, görevden de alsan devam eder. Müşavir olur. Kullanamazsın onu… Dolayısıyla tam ganimet… Ha, bunun yanında da baktığınızda devlet yönetmeye, bizde iktidarlar yurttaşını mutlu etme amacı taşımaz genel olarak. Genel olarak, halkı mutlu etme amacı değil, yandaşları memnun etme amacı taşır. Yani baktığınız zaman, her şey bu şekilde şekilleniyor. Yani devletin sürekli yandaşlara bir rantı paylaştırıyor olması… Hatırlıyorum ben, geçmişte telefon almak bile bir mucizeydi. Bilmiyorum, belki siz hatırlar mısınız… Ama telefon almak çok önemli bir şeydi. Yandaş olacaktınız ve gazeteye ilan verecektiniz gibi… İşte bugün nasıl yansıyor bu? Her defasında, dönemin ihtiyacını karşılayacak bir formülünü buluyorlar. Bir dönem T izinleri çok popülerdi. Bir dönem telefon yaygındı. Şimdi arsa dağıtma var… İşte şu var, bu var, tabi, ganimet dağıtma var… Özü bu! Ve kötü olan tarafı: Bu tek bir tarafından yapılmadı. Alternatif yaratan siyasal gruplar da bunu yaptılar. Dolayısıyla yani, ganimetçilik bütünleşti devletle. Baktığınızda defakto bir popüler sistem var. Salih Egemen’in doktora tezi olan ve Kıbrıs Türk siyasetinde patronaj ilişkilerini anlatan bir kitabı vardır. Çok iyi bir kitaptır o. Çok güzel bir kitaptır. Patronaj dediğimizde, zaten bunun değişik bir sistemidir. Orada da bakan, altında onun adamı, onun adamı, onun adamı şeklinde zincirleme gider. Eeee… Yani bütün olarak baktığımızda buna, bir de benim benimsemediğim bir husus siyasetin bir tarafı da şudur: Yani bir tarafı tamamen bu ganimet dağıtımının ve milliyetçi düşüncelerin sahte bir şekilde arkasına saklanılmasına dayanır. Bunun karşısındaki görüş de, her şeyi sadece Kıbrıs sorununa bağlayıp, sorunları çözmekten kaçınma. Ben bunu da anlayamıyorum. Yani hep bir yere bağlamak, hep ayni şeye bağlamak… Ya anayasaya sorun bulunur, ya Türkiye’ye, ya da Kıbrıs sorununa. Her defasında sorunu bağlayacak bir şey bulunur. Kesinlikle bu yanlıştır. Yani ben doğru görmüyorum.

Ç.D.: Sorumluluktan kaçma?

İ.B.: Evet! Sorumluluktan kaçmaktır. Yahu, yani eğitim sistemini düzeltmek, Kıbrıs sorununu mu bekler? Yahut da ekonomiyi, ya da anayasal sorunları, ya da Türkiye ile ilişkileri? Tamam, tümünden kaynaklanan sorunlar var: Türkiye ile ilişkilerden de kaynaklanan sorunlar var, Kıbrıs sorunundan kaynaklananlar da var. Anayasa’dan çok fazla olduğunu düşünmüyorum. Anayasal SORUNLAR aşılabilir. Halkı tümüyle suçlayanlar var. Bunların hiçbiri sorun değil aslında. Elbette tümünün bir miktar etkisi vardır. Ama eleştirmek yanlıştır. Dolayısıyla, bu sistem içinde, devletin en büyük sıkıntılarından bir tanesi de halk karşısına çıkış noktası olan kamu yönetimi ve hizmetlerdir. Bunların düzeltilmesi gerekir. Kamu yönetimine baktığımızda rezalet kelimesi bile az kalır. Ben bu ülkede tanınan biriyim. Yani çat kapı cumhurbaşkanlığına, başbakana, bakana da gidebilirim. İnanır mısın? Çok samimi söylüyorum. Herhangi bir gün, kamu hizmetinde bir işim olduğunda, o gün strese girerim. Bilirim ki bir terslik olacak. Ve hakikaten de olur her defasında. Yani inanılmaz bir şey… Unutmuyorum: Orkun’un bir araba hikâyesi var. Yani aylarca uğraştım. Başbakanla da görüştüm, bakanlarla da görüştüm. Hiç çözemedim biliyor musunuz? Orkun’un bugün kullandığı engelli arabasının belli bir muhafiyeti vardır memlekete girişte. O muafiyetten vazgeçtim. “İstemem” dedim. Ama o arabayı bu memlekete sokmak için akla karayı seçtim. 

Ç.D.: Oysa biz bugünlerde, Türkiye’deki bir federasyonun, ülkemizdeki bir sendikaya hediye ettiği, gümrükten muaf tutulan bir arabayı da konuşuyoruz. Ne kadar ironik!

İ.B.: İşte! Az önce konuştuğumuz konuların aynısı. Bir engelli arabasıdır biliyor musunuz? Ki kaç tane engelli arabası olacak bu memlekette? Yani o engelli arabalarından devletin ne kadar geliri ya da kaybı olacak? Tamamen serbest bırak! Hatta sen sosyal devlet olarak teşvik et… Hatta ihtiyacı olanlara sen ver! Biliyor musunuz? En sonunda vazgeçtik muafiyet de istemiyoruz dedik. Ödedik işte parasını neyse, o zamanlarda. Sonra da arabaya takılan engelli işaretleri var. O plastik tabelalar. Biliyor musunuz onlar? Maliyeden alınır bunlar. Onu istedik. Dediler ki bunu maliyeden alacaksınız. O zaman bunu alacağımız da, 25 TL mi 33 TL mi ne, “vereceksiniz!” dediler. Şok oldum. Yahu dedim, bunu devlet veriyor ve para mı istiyor engelliden? “Evet” dediler. Yahu sen bunu kaç kişiye vereceksin ve ne kadar para alacaksın? Yani mantığı kavramak da inanın çok güçlük çekiyorum. Çok sakat bir mantıktır.

Ç.D.: Şimdi siz adamızın yakın tarihini de bilen ve bugününü de yaşayan; dolayısıyla bilinçli ve farkında, sorumluluk sahibi bir insan olarak değerlendirmelerine saygı duyduğumuz bir insansınız. Savaşlara da şahit oldunuz. Hatta KKTC’nin kuruluş sürecinde, siz meclisteydiniz. Yaşanan bunca sıkıntılardan sonra, o gün, bir devlet kurarken murad edilenle bugün yaşananları, hem duygunuzla hem de düşüncenizle bize değerlendirmenizi rica ediyorum İsmail Bey?

İ.B.: Her şey o gün başlamadı. Aslında bizim sorunlarımız, yani bu anlattığım sorunlar, devletleşmeye başladığımız günden itibaren başlar. Yani ayrı bir bölgeye sahip olduğumuz. Henüz adının konmadığı dönemde de bir devletti o. O zamandan başladı. Ama işin kötü olan tarafı bu: Son aşamaya geldikten sonra hızlandı bu. Ve KKTC’nin ilan edilmesinden sonraki sürece baktığımızda, tabii, bazı şeyleri göz ardı etmemek lazım. Mesela alt yapı gelişti doğrudur. Kentlileşme görüntüsü çarpık da olsa arttı. Ama alt yapı gelişirken, Girne’yi Girne olmaktan çıkardık. Benim en büyük korkum, geçenlerde onu yazdım, inşallah Lefke de Girne olmaz. Tehlike oradadır. Siz de yazın lütfen.

Ç.D.: Diyorsunuz ki oraya da gözlerini diktiler?

İ.B.: Lütfen yazın. Yani Girne zaten Girne olmaktan çıktı ve Lefke’ye  de yazık olacak. Siyaset dediğimiz şey nedir? Hocalarımız söylerdi. Bunun en basit tanımı şudur: “Siyaset sorun çözme sanatıdır”. Basit. Yani çok şekilde anlatılabilir, ama en basit tanımı budur. Şimdi baktığımızda, mesela 1983’ü temel alarak o günden bugüne bir bakalım. Bizim siyasetimiz sorunu çözdü mü? Ben 1990’dan itibaren, artık politikadan ayrıldım. 1990 öncesinde tartışılan sorunların hepsi bugün var. Hepsi aynen duruyor. Yani eğitim sistemi vardı, sağlık sistemi vardı, sosyal güvenlik sistemi vardı, üçlü kararname vardı… Hepsi vardı. Bunlara yenileri de eklendi. Mesela trafik sorunumuz yoktu, artık trafik sorunumuz da var. Eğitim sistemi, içinden çıkılmaz bir hal aldı. O zaman en azından özel eğitim yoktu. O geldi. Özelleştirme yoktu o geldi. Sağlık sistemi… Yani mevcut sorunlara yeni sorunlar eklendi. Eskileri büyüdü, yenileri de sorunun daha da etkisinin artmasına neden oldu. Siyasetin, bırakınız sorun çözmesini, adeta sorunları koruyan, büyüten bir kurum haline dönüştü. Bana bir örnek versinler. Yani bir sorunda çözüldü be kardeşim! Tam tersi, bizim siyasetimizin kendisi bir sorun oldu artık. (Konuşulan şeyler komik değil biliyoruz ama bu noktada kahkahalarla gülmekten kendimizi alamadık. İster bir miktar alay deyin, ister bir miktar sistemsizliğe ve düzensizliğe duyulan öfkenin karşıt bir şekilde dışavurumu deyin.) Yani son birkaç döneme baktığımızda, siyaset en başta söylenen popülizmle günlük sorunları çözermiş gibi görünerek, sorunların özüne hiç dokunmadan günü kurtarmaya çalışıyorlar. Örneğin, bu polis yasası hikayesi vardı geçtiğimiz günlerde. Yani özüne hiç dokunmadan, sorunun nereden kaynaklandığına bakmaksızın, seçime günler kala böyle bir çözüm umuduyla, popülizmle insanların  karşısına çıkmak kesinlikle sorunları artırıyor. Sonra da haydi hep birlikte diye insanlara gereksiz çağrılar yaparak politika yapmayı ben anlamıyorum. Yani bu gerçekten bir ihtiyaçsaydı, dört senedir bu dönemin içerisindeyiz… Dört sene oldu değil mi, beş olmadı. Neden dört sene boyunca bu sorun hiç ele alınmadı da tam şimdi, seçim öncesinde akıllara geldi?

Ç.D.: Son anda yetiştirme gösterisi, ki bu da, sizin söylediğiniz popülizme gidiyor.

İ.B.: Kesinlikle popülizm. Yani sözün kısası, siyaset kurumu bakımından, biz, zerre kadar ileriye gidemedik. Siyaset kurumumuz sorun çözme yeteneğinde değil. Açıkça belli oldu bu. Ve temel sorumuz da, ne Kıbrıs sorunu, ne ekonomik sorun, ne şudur ne budur diyorum. Bizim temel sorunumuz siyaset kurumumuzdur. Yani diğer tüm sorunlar da aslında doğrudan bununla bağlantılıdır. Yani çok sorunun anası gibi gösterilen, Kıbrıs sorunu çözülse de, bu sorun yani, Kıbrıs Türk siyasetinin çözüm üretme yeteneğini kaybetmiş olması ile ilgili sorunlar yine karşımızda olacak. Bizim bu siyasi kurumlarımızın gerçekten o yeteneği kazanmasıdır önemli olan. Temel sorunun ben bu olduğunu düşünüyorum.

Ç.D.: Ne önerirsiniz?

İ.B.: Eee… Vallahi, ne çare ki demokrasiye yürekten inanan bir insanım ben. Yani hiçbir zaman, demokrasi dışında bir şey düşünmedim. Ne çare ki, bunu demokrasi içinde çözeceksiniz. Ve bunu çözecek olan da eleştirdiğimiz kurumdur. Bu noktada, işte; halka, seçmene büyük görev düşüyor. Yani, her seçim yeni bir şey yaratma şansıdır. Mesela, son seçimde, aslında halk çok önemli mesajlar verdi. Ve bir başbakanı, tamamıyla devre dışı bıraktı. Bu son derece kuvvetli bir mesajdı. Ama önemli olan bundan sonrasının da gelmesidir. Yani bu anlamda, halkın, her seçime baktığınızda Çiğdem Hanım, 1976’dan itibaren hem de, her seçimde her halk bir değişiklik yapmıştır. Bakın 1976’da %53 oy aldı UBP ve 40 milletvekillik meclisin 30’unu aldıydı. 1981’e geldiğimizde, o %43’e düştü ve 40’ta 18’e düştü. Yani gün geldi işte, Toplumcu Kurtuluş Partisi büyüdü. Gün geldi Cumhuriyetçi Türk Partisi büyüdü. Yani bu noktada ben çok emin değilim… Yani halkı suçlama konusunda ne kadar haklılık payı olduğu noktasını kabul edemiyorum. Aslında, her dönemde, halk bir şeyler yapıyor. Bir tepki veriyor. Ama ondan sonrası çalışmıyor. Orada bir tıkanma oluyor. Bir şeyler oluyor ve siyaset kurumunun kendi yeteneksizlikleri belki de ortaya çıkıyor. Bu dönemde ilginç ve ümit verici şeyler var. O kadar somut söyleyebilir miyim, bilmiyorum… Ama söyleyelim: Mesela CTP’nin başında, yeni bir anlayışla, yeni bir lider var. Ondan bir şeyler beklemek gerekir. İşte Kudret Özersay faktörü var. Çok önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum. Yani cumhurbaşkanlığı seçiminde önemli bir onay kazanmıştı halktan. Yeni bir görüş var. Siyasetimize yeni unsurlar katacak şeyler söylüyor. Bunlar ümit verici şeyler. Bunların güçlü bir şekilde meclise girmesi güzeldir. TDP’nin yeni kadrolarıyla iyi bir atılım yaptığını düşünüyorum. Yani bir değişim bekliyorum ben açıkçası bu dönemde. Bir değişim gelecek gibi görünüyor. 

Ç.D.: O değişim… (İsmail bozkurt burada sözümü kesiyor ve birazda şakayla, gülümseyerek…)

İ.B.: Yani değişimi demokrasi ile yapabiliriz. Başka yolumuz yok yani. Darbe yapamayız ki. (Kahkaha atmaya devam ediyor konuşması bittikten sonrada)

Ç.D.: Şimdi kişileri değiştirerek değişimi yakalamak umudu da yaşadı toplum. Ve %100 değişiklik olmamakla birlikte, mecliste hatırı sayılır sayıda kişiyi değiştirdi halk. Hatta kimilerine göre, ben çok emin değilim bu noktada, yaşın gençleşmesini sağlamak da bir yerlere ulaşabilmemize yardımcı olur mu? Bir söylem olarak, geçtiğimiz seçimlere damgasını vurdu. 2013 sürecindeki seçimlerden bahsediyorum. Fakat halk yaratılmış bu değişiklikle de çok heves ettiği noktaya gene ulaşamadı.

İ.B.: Doğrudur.

Ç.D.: Şimdi yine bir takım kişiler var. Ama farklı partiler de var. Yani farklı kurumlar da var. Bu nedenle, toplumda biraz daha merak uyandıran bir seçim sürecinde olduğumuzu da anlıyoruz.

İ.B.: Evet doğrudur.

Ç.D.: Bu merak bizi nereye götürür İsmail bey?

İ.B.: Şimdi, tabii ki, biraz da isterseniz seçim sistemine değinelim. Yani değişen sistem değil aslında. Şimdi, bakın, aslında gündemde olan tek bölgeydi. Tartışılan da oydu. Ve bu konu 1983’ten beri toplumun gündeminde… Yani 1976’dan seksene kadarki seçim sürecine kadar olan o iki seçimde, bölgelerin sakıncaları ortaya çıktı. 1983 anayasası yapılırken, ben anayasa komisyonuna önerdim. Oybirliğiyle kabul edildi. İşte, tek bölge olacak, diye. Sonra meclis genel kuruluna geldiğinde, ansızın değiştirildi çoğu. Ve arkadaşlara sorduğumuzda, o zaman niye bu noktada değişti diye: Onlar, bütün suçu Denktaş’a attılar. O böyle istedi dediler. Günahı söyleyenlerin boynuna… Gerçekten böyle midir bilemiyorum. Ve giderek, sonra o bölgelerin çoğaltılması… Bakın bir şey söyleyim, yani yanlış anlaşılmasın. Ben Güzelyurt’un, İskele’nin, son zamanlarda da Lefke’nin ayrı olmasından yanayım. Yani onda hiçbir sıkıntı yok. Ama seçim bölgelerini çoğaltmak, az önce söylediğimiz popülizme daha çok imkan yaratır. Yani küçüldükçe, al-ver ilişkileri çok ilerler. Dolayısıyla o bölgeleri çoğalttığımız sürece zaten farkındaysanız son dönemde daha da çoğaldı bu popülizm dolayısı ile… Gün geldi, tabii, o tek bölge mantığı, bütün topluma mal oldu neredeyse. 

Önemli gündem maddelerinden biri… Fakat bu, resmen, affedersiniz: İçine ettiler. Şu an öyle bir karmaşık bir şey yarattılar ki, şu an bölgeleri güya ortaya çıkardılar… Ama tek yenilik getirilen şey, bir seçmenin tüm adaylara oy vermesidir. Başka değişen hiçbir şey yoktur. Şimdi mecliste, bölgelerin de temsil edilmesi gerektiğini söylüyorlar. Ben aslında memleketin sosyo-kültürel yapısının çok ayrı bölgeler gerektirdiğini düşünmüyorum. Bu belki çaresi olan bir şeydir aslında. Mesela Almanya’da, eğer son zamanlarda değişmediyse, milletvekillerinin yarısı bütün Almanya çapında seçilir, yarısı da bölgelerde seçilir. Mesela İsrail’de tümüyle tek bölgedir. Mesela Bulgaristan’da tek bölgedir. Yer yer de bazı bölgeler o şekilde görülür. Mesela bizde de denebilirdi ki 50 milletvekilinin 35’i tüm ülke çapında, 15’i de farklı ilçelerden gelecek vekiller olabilir. Böyle de derseler, ona da “Evet” derim. Ama bu getirilen sistem, amaca hizmet etmedi diye düşünüyorum ben. Ve üstelik de çok karmaşık. Yani ben bile zorlanıyorum ki ben kendimi neredeyse uzman sayıyorum bu konuda. Çünkü şunu da söylemem gerekiyor: Bu yürürlükte olan Seçim Ve Halkoylaması Yasası, 1976’da bir an önce seçime gidelim diye koşulları zorlarken, o zamanki iktidar sürekli seçim yasası yok diye bundan kaçıyordu. Bugünlerde yasa olmadığı için, seçime gidemediğimizin ardına saklanıyorlardı. Ben oturdum birkaç gün ve Seçim Ve Halkoylaması Yasası’nı ben hazırladım. Hatta mecliste kendi el yazımla, hatta ve hatta bir kısmı da eşimin el yazısı ile… Halen de duruyor öyle. Sistem değişti tabii ki ama çatı benim eserim. Bunu da söylemiş olayım. Yani bir miktar bu konuda bilgiliyim. Hatta uzmanım. Ama buna rağmen, insanlara anlatmakta zorlanıyorum ve sıkıntı yaşıyor herkes. Niçin böyle yaptılar? Sebep bu sistemin getirdiği önemli bir şey sonuç olarak: Belirli kişilere, özellikle iyi tanımış olanlara bir avantaj getiriyor. Bu mu düşünüldü bilemiyorum tabii…

(devamı yarın)

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP

SON DAKİKA HABERLERİ

kıbrıs reklam