Eko-Sosyalist bakış açısının tahtasına önemli
bir soru yazarak başlayalım. Bugün yaşayan insanlar ve toplumlar gezegendeki
ekolojik bütünü daha fazla tahrip etmeden gelecek nesillere nasıl bırakmalıdır
? Bunun önündeki engeller nelerdir ?
Marx bu konuda “ Aynı anda var olan bütün
toplumlar Dünyanın sahipleri değildirler. Dünyadan şimdilik yararlananlar onu
iyi bir aile reisi gibi gelecek nesillere bırakmalıdırlar.” diyor. Ben de böyle
olması gerektiğine inanıyorum. Gelin duruma daha yakından bakalım.
Piyasa koşullarında doğa toptan değer biçilen
, alınıp satılan bir ürüne indirgenmiştir. Bu durum karşımıza ilk engeli
çıkarır: Toplum ve doğa arasında kullanım değerli değiş – tokuş yok edilmiştir.
Kapitalizm (özellikle sanayi devriminden bu
yana ) gezegene verdiği en büyük zararın başlangıç fişeğini , doğaya fiyat
biçerek ateşler. İşte bu fiyatlandırma (metalaştırma ) sonucu tüm güzelliği ile
akan bir nehir parası ödenip satın alınmadığı için “benim” değildir ,
mülkiyetime geçmemiştir. Oysa parası ödenip satın alınsa , mülkiyete geçip
sahip olunsa korunacak , saklanacak “ benim “ olacaktır. Benim olmayan ortak
müşterekler “bizimdir” ama ötekilerin “benidir”.
Doğayı toptan sermaye olarak gören anlayış ,
sermayenin yeniden üretimi anlamında doğayı yeniden üretememekte hatta
eksiltmektedir. Ormanların katledilmesi sonucu yok olan ağaçların yerine fidan
dikerek , kuraklığa karşı daha fazla yeraltı suyu çekerek , türlerin yok
edilişini milli parklar kurarak , topraktaki besleyici maddelerin tükenişini
sentetik gübre kullanarak önlemeyi düşünen , sahteyi sahici kılmaya yeltenen
bir yapıyla karşı karşıyayız.
Sermayenin kısa vadeli çıkarları ile toplum ve
doğanın uzun vadeli çıkarları arasında korkunç uçurumlar bulunmaktadır. Örneğin
; toplumsal kullanım değerinin bir göstergesi olarak “ekolojik ayak izi “
ölçülebilirdir. Oysa piyasa sözcülerine göre
ekolojik ölçüm ancak metalaşma ile mümkündür. Kullanım değerli uzun
vadeli çözümler , değişim değerli kısa vadeli çözümlerin ( siz bunu çözümsüzlük
olarak okuyun ) önünde engel olarak görülmektedir.
Gelecek nesilleri değil de şimdide kendini
düşünen mantık Hegel ‘in deyimiyle “ mutlak aklın kurnazlığıdır.” Bu kurnazlık
üzerine kurulmuş sistem bedeli ödenmemiş “ekolojik borç “ ekonomisinin de
yaratıcısıdır. Yarattığı bu ekolojik borcu dışsallaştıran sistem kendisini
haklı çıkartmak adına borcu toplum ve doğaya ödetir. Beşyüzyıl önce yaşayan
toplumlar tarihi yaptıklarını , üreterek ve tüketerek doğayı
şekillendirdiklerini , zarar verdiklerini bilselerdi bizlere bu şekildemi miras
bırakırlardı ? Karşımızda kısa dönemli (50 -60 yıllık ) çıkarlarını uzun
dönemli ( 400 – 500 yıllık ) amaçlarının yerine koyan bir yapı durmakta.
İnsanın sınırlı fakat ihtiyaçlarının sınırsız
olduğu efsanesi doğaya bakışın bir göstergesidir. İnsan öleceğini bilir, bu
anlamda sonludur. Sonlu bir insanın sonsuz ihtiyacı olabilir mi ? Sonsuz
ihtiyaçların gelecek nesillere devredilmesinin adı: İklim krizleri ve ekolojik
yıkımdır.
Bu gün sermayenin savunucuları ile doğanın
koruyucuları karşı karşıya. Tam bu anda devreye “ doğayı koruma kanunları “
girmekte. Aslında bu kanunlar ; sermaye adına doğayı toplumdan koruma ,
yağmalayıp talan etmenin yolunu açmaktadır.
Sermayenin sınırsız büyüme isteğinin yardımcı
oyuncularından biriside : psikolojik planlı eskitmedir. İhtiyaçtan fazlasını
satın almak , satın alınan ürünün bilinçli olarak kullanım ömrünün kısaltılması
ve ürün eskimeden yerine yenisinin alınması… Fasit daire üzerindeki köşe
taşlarıdır. Sürekli yinelenen kısa çevrimli ihtiyaçlar listesi arzuların
eskitilmesi ile el ele ilerler.
Doğanın ekonominin emrinde fiziki bir nesneye
dönüştürülmesi beraberinde çevre ve iklim krizlerininde “şimdilik “ olduğu
düşüncesini yaratır , sistem içinde çözüleceği yanılsamasını öne sürer. Bu
yanılsamanın arka yüzünde ; doğa sınırsızdır , yok olmaz , gelecek nesillerede
hayli hayli yeter sözleri yazmaktadır.
Gelecek kuşakları hiç gelmeyecekmiş gibi
düşünen bu günün neoliberal mantığı içinde; yıkmadan ilerlemek , israf etmeden
gelişmek , yoksullaştırmadan büyümek imkansızdır.