Ekonomi-toplum-doğa dizilişi kriz üretici bir
makine gibidir. Kapitalizmin hareket yasalarında bu krizleri sıkça görmek
mümkün
Maliyet ile menfaatin el ele dolaştığı bir
dönemin içindeyiz. Ekonominin egemenliği toplum ve doğayı sömürü altına
almakta. Bu işgal beraberinde şiddeti tırmandırmakta.
Kapitalizmin boyutlarını incelerken şunları
söylemiştik: Egemen sermaye birikim modeli hem dikey (ekonomik) hem yatay
(ekolojik) hem de derinlik (toplumsal) sınırlarına dayandı. Bu sınırları aşmak
için yaptığı her yüklenme aşınmayı derinleştiriyor. Kâr oranlarının düşüşünü
engellemek için çözüm üretemiyor. Yaşanan krizlerin toplamı anlamına gelen
çöküş kendisini büyük harflerle tanımlıyor.
Bugün sistemin işleyişi ekonomiden topluma,
toplumdan da doğaya doğru. Bu işgalci sistematikte paralılaştırma mekanizması
yürürlükte. Doğayı metalaştırma ona fiyat biçmeyle el ele ilerliyor. Fiyatın
yüksek ya da düşük olmasının getirdiği ayrım, zihinlerde değerli-değersiz
farklılaşmasını tetikliyor.
İşgalin yansımaları bunlarla da sınırlı değil.
Bugün ekonomiyi insan üstü, yüce, kutsal bir mertebeyle taçlandırma söz konusu.
Sanki döviz, faiz, enflasyon, büyüme, iç/dış ticaret ve nihayet piyasa insan
müdahalesi dışında insana rağmen insandan bağımsız işliyormuş algısı
yaratılmakta. Oysa piyasanın “görünmez eli” denilen en nihayetinde insana ait
bir organın gizlenmeye çalışılması değil midir?
Ekonomi-toplum-doğa dizilişinin ikinci
sırasında yer alan toplum; insana uzak, yabancılaşmış, ekonomik yoksulluğun
politik sefaletle, ideolojik açmazların kültürel yıkımlarla örüldüğü bir
döngünün içinde. Üretim ve tüketim arasındaki bağın kopması düşünce ile eylem
arasındaki mesafeyi de arttırmakta.
Dizilişin son sırasında yer alan doğa; önce
ekonominin sonra toplumun altında, aciz, onlara biat eden, korunmasız, çaresiz
bir yapıya sokulmak isteniyor. Sonsuz hizmetkar rolüne bürünmesi emrediliyor.
Doğanın doğaya yabancılaşması bu rolün önemli bir parçası olsa gerek.
Ekonomi-toplum-doğa dizilişi kriz üretici bir makine gibidir. Kapitalizmin hareket yasalarında bu krizleri sıkça görmek mümkün. Ekonominin yarattığı finansal krizleri toplumun sosyo politik krizleri, onu da doğanın iklim/gıda/çevre krizleri izlemekte.
Aslında yukarıda bahsettiğimiz dizilişin tam
tersinin olması gerekiyor. Yani doğa-toplum-ekonomi. Bu diziliş insanın,
toplumun ve doğanın özgürleşme anahtarını üzerinde taşıyor. Doğanın en başta
olması demek kullanım değerli bir sistemin hayata geçmesi demektir. Başka türlü
söylersek bu diziliş kullanıcısına yarar sağlamaktadır.
Ekonomi-toplum- doğa dizilişi ise değişim
değeri taşımakta. Yani satıcısına yarar sağlamakta. Özetle; kullanım değeri
insani, değişim değeri ticaridir diyebiliriz.
Kapitalizm doğaya rağmen onun üzerinde ve
içinde hayat bulmuş bir üretim tarzı. Bugün de böyle. İlk ortaya çıkışından
sanayi devrimine kadar ki zamanda (1600-1850) doğaya tabi, onu zorlayan bir
yapıda.
Sanayi devriminden neoliberalizmin
başlangıcına kadar ki süreçte (1850-1980) zorlama yerini kontrole ve
kontrolünde işgale evrildiği bir aşama gerçekleşmekte. Neoliberalizmden
günümüze (1980- ....) işgalin tam zamanlı sömürüye dönüşümü meydana gelmekte.
Toplum ve doğa arasında dışsal bir ekonomi
(ayrık bir üretim tarzı) yok. Toplumsal olanla doğal olan iç içe. Örneğin;
arpanın üretiminin ne kadarı doğaya ne kadarı topluma ait? Net cevap vermek
zor. Fakat günümüzde bu iç içe geçmeler araya giren ekonomi yüzünden
bozulmakta. İşte bu da biraz önce sözünü ettiğim insan/doğa yabancılaşmasını
yaratmakta.
Doğa-toplum-ekonomi dizilişi bize aslında şunu
anlatmakta: Ekonomi toplumun içinde, onun özünde (ona içkin) yapılanmış durumda
olmalıdır. Toplum ekonomiye değil, ekonomi topluma tabidir. Ekonomi yöneten
değil, kullanım değerini gerçekleştiren bir nevi yönetilendir.
Doğa
[toplum (ekonomi)] şeması sanırım durumu daha net görmemizi sağlayacaktır.
Günümüzde yaşananları şu güzel söz çok iyi anlatmakta; “kirli sistem kirli
doğanın da yaratıcısıdır.”