Bizi bugüne kadar “ayakta tutan tek şey
umuttu, ama onu da vurdular” aktardığım tümce, televizyon ekranlarına yansıyan
işsiz bir genç kızın dudaklarından dökülürken, içimin kıyıldığını hissettim.
Ne kadar zor bir duygu çaresizliğin sarmalında
avunup durmak... Her gün her şey biraz daha kötüye gidiyor. Kötü gidiş
yaşamımızın tüm alanlarına somut bir şekilde yansıyor. İki çocuğuna elinden
geldiğince yaşamda tutunma olanağı sağlayan bir baba olarak inanın
kahroluyorum.
Çünkü ağaç dallarıyla gürler. Sokaklarda gezip
kahveleri dolduran sayısı on binleri aşan eğitimli-eğitimsiz işsizler ordumuz
gün geçtikçe daha da büyüyor. Yadırgamıyorum ama işsizlerimizi yad ellere
muhtaç ettiler bu soysuzlar.
İşte bu
noktada tarihin derinliklerinden gelen, “Ben aç, sen tokken bu dünya kimin
dünyası?” çığlıkları kulaklarımı çınlatırken, umutsuzluğun karabasanı tüm
ağırlığıyla üzerime çöküyor.
Oysa ben hiç bu kadar umutsuz olmamıştım.
Umutsuzluğa düşenleri o kör kuyudan çekip çıkarmak için az mı çaba
harcıyorum... O umut adına var olan ben nereye gitti şimdi? Birden yaklaşık 30
yıl öncesine uzanıyorum.
Memleketi değiştireceğini sandığımız
seçimlerde yine afişleme ve yazılama yaparken tutuklandığımızı. Görmeyi umut ettiğimiz güzel günlerden söz
açtığımda, sen bilirsen benim can dostum.
Aha burası “KKTC”’dir, koyun çobansız, köyler
muhtarsız olmaz. Ben deyim siye senin
dediğin olmaz burada’ demişti, yılların ezilmişliği yüzündeki yar gibi
çizgilerden okunan emekçi. İşin garibi emekçi herkes “salak, cahil” diyor.
Ama o, benim demek istediklerimin iyi ve güzel
olduğunu biliyordu. Ve olmazlığını
ekliyor. Ne kötü şeydir bu hastalık “yılgınlık” diye not düşmüşüm. Tabi ki bu
karamsarlık ve umutsuzluk çukuruna ben düşmedim, düşürüldüm.
Hakkını teslim etmeliyim ki, bir zamanlar
yılgınlık yok direniş var diye moral verdiğim çevremdeki gençlerin çoğu yok
artık buralarda, o tespitin, öngörünün ta kendisiymiş direnmek ve direnişçiler.
Görüldüğü gibi bize hiçbir şey yaptırmadılar.
Kişinin uğruna kendince büyük mücadeleler
verip de hayalini düşlediği şeylere kavuşamaması ne yakıcı duyguymuş. Hele o
istenen şey topluma yönelikse, hele gün günden daha kötü geliyorsa, hele
toplumun acı çekmesine karşın büyük bir aymazlık içindeyse, umutsuzluğun
yakıcılığı daha da artıyor.
İlk gençlik yıllarımda günün koşulları gereği
delikanlılığın da körüklediği ateşle önüme sunulan maddi olanakları tepip kol
gücüyle çalışanların safını seçip, tam bir emekçi gibi yaşamaya devam etmiştim.
Ülkemizde hakça bir düzenin kurulacağına
yürekten inandığım o günlerde, bizden bir önceki kuşağın tavırlarını
teslimiyetçilik olarak değerlendirip, onları suçlayacak kadar umut ve inanç
doluyduk.
Bugün geriye dönüp baktığımda, yel rüzgâra
karşı ihanetlere uğrayan bizleri bu duruma düşürenlere karşı savaştığımızı çok
iyi anlıyorum.. Yazıyı, tekrar o umut dolu günlere dönmek dileğiyle geçmişteki
umudumun yoğunluğunu dinlediğim birkaç dizeyle noktalıyorum:
Halk Ozanı Aşık İHSANİ
GELİYOR
Geliyor heyyy bire dostlar geliyor Koca halkım
kalka kalka geliyor Yıkılası zorbalığın üstüne
Her bir yandan aka aka geliyor
Yivli hançer gibi sıyrılmış kından Ne ölüm
korkusu ne de bir zından Ortaçağın kahpe karanlığından Kurun gibi çıka çıka
geliyor
Poyraz yemiş sarı siyah yüzüyle Her cümlesi
küfür dolu sözüyle Çanağından çıkmış iki gözüyle Aç toprağa baka baka geliyor
Köylüsü kentlisi ederek toyu Bir elinde kitap
birinde oyu Kendisinden olmayanı yol boyu Ateşleyip yaka yaka geliyor
Vakti gelmiş durmaz olmuş yuvada Bir ayağı
dağda biri ovada
Sağları rüzgarda eli havada Yumruğunu sıka
sıka geliyor
YORUMLAR